Ahrufü Seb'A ve kırâat farklılıkları Kur’ân metinlerine özgü bir niteliktir. Ne Kur’ân'dan önce ve ne de sonra, Kur’ân metinleri dışında kalan hiçbir beşerî ya da semâvî metinde bu nitelikler aslâ görülmüş değildir. Zâten Kur’ân-ı Kerîm'i mu'cize kılan mûcizlik vasfı büyük ölçüde O'nun bu emsâlsiz niteliklere sahip olmasında yatar. Şimdi Kur’ân-ı Kerîm'in Ahrufü Seb'A ve kırâat farklılıkları'nın fayda ve hikmetlerine bir bakalım.
1- Kolaylık:
Dillerin oluşum ve gelişiminde; insanın yetiştiği bölge, geliştiği iklim, yaratılışından gelen fiziksel ve zihinsel nitelikler ile çevreden elde ettiği etkileşimlerin çok büyük payları vardır. İnsanların telaffuz kâbiliyetleri bu ve benzeri etkenlerle büyük çapta farklılık kazanırlar. Bu farklılıklardan dolayı her insan her sesi aynı netlikte telaffuz edemeyebilir. Allah Kelâmı'nın ise -özellikle namazların sıhhati için- doğru telaffuz edilmesi zorunludur. Yetenekli yeteneksiz her müslüman ibâdet ve tâatlerinde O'nu okumak zorunda olduğuna göre, telaffuzunda -hiç bir kapsam kaybı ve mânâ zâyiâtı vermeden- bir kolaylık yolunun bulunması gerekir. Rasûlüllâh (s.a.s)'in: "inniy bu'Istu ilâ ummetin ummiyyiyne fiyhimu'l-'Acûzu veş-şeyhu'l-kebiyru vel-gulâmu vel-câriyetu ver-raculu'lleziy lem yeKra' kitâben KaTTa" yani "Ben okuma yazma bilmeyen (ümmî) bir ümmete peygamber gönderildim. Onların içerisinde yaşlı kadınlar var, ihtiyarlamış erkekler var, câriyeler var ve hiç kitap okumamış erkekler var. Benim ümmetimin buna gücü yetmez" ve
"es'elüllâhe mu'Âfâtehü vemagfiratehü veinne ümmetiy la tüTiyKu zâlike" yani "Allah'tan afv ü mağfiretini diliyorum. Onları bağışlamasını, sıkıntı ve zorluklardan korumasını istiyorum. Benim ümmetim buna güç yetiremez" ve
"faKraû mâ teyessera mine-l'Kur’âni" yani "Kur’ân'dan kolayınıza geleni okuyun" sözleri, Ahrufü Seb'A ve kırâat farklılıkları'nın en başta gelen hikmetinin kolaylık olduğunu açıkca ortaya koymaktadır.
Ez-Zürkânî der ki: "Rasûlüllâh (s.a.s)'in "ünzile'l-Kur’ânu 'Alâ Seb'Ati aHruf" hadisindeki ('Alâ) kelimesi, söz konusu isteğin tevsi'a (genişlik) ve teysîr (kolaylık) şartlarına bağlı olduğunu göstermektedir. Bu, (ünzile'l-Kur’ânu muvesse'An ev muyessiran 'Alâ Seb'Ati aHruf): "Kur’ân, kârînin Yedi Harf üzere okumasına uygun şekilde genişletilerek ya da kolaylaştırılarak indirilmiştir. Kârî, bu yedi çeşit kırâat ve vecihten kolayına gelen ya da beğendiği herhengi bir okuyuşla Kur’ân okuyabilir ve bu okuyuşlardan bir tanesi onu diğer vecihlerden müstağnî kılar" demektir. Yoksa bununla: "Kur’ân'ın her kelimesi yedi farklı şekilde okunur" denilmek istenmiş değildir. Eğer böyle denilmek istenseydi, hadîsin metninde ('Alâ) kelimesi kullanılmaz ve hadîs: (el-Kur’âne ünzile Seb'Ate aHrufin hâzâ inne) şeklinde gelirdi.
İbni'l-Cezerî de bu husûsu şöyle açıklamıştır:
"Kur’ân-ı Kerîm'in Yedi Harf üzere farklı kırâatler şeklinde indirilişinin sebep ve hikmeti; Muhammed Ümmeti'nin şerefinin yüceliği dolayısıyla, yüklerini hafifletmek, onlara telaffuz kolaylığı sağlamak, lafızlara anlam ve kapsam genişliği kazandırmak, Cenâbu Hakk'ın kendilerine tahsîs buyurduğu rahmet ve bereket ayrıcalığını vurgulamak ve Hakk'ın sevgilisi ve halkın efzalı (s.a.s)'in Rabbı'ndan istediği "Ümmetine kolaylık sağlaması" talebini yerine getirmektir.(...) Nitekim önceki peygamberler kavimlerinin seçkin (hâss) tabakasına gönderilmişlerdi, Rasûlüllâh (s.a.s) ise kırmızısı-sarısı, siyahı-beyazı, arabı ve acemiyle bütün yaratıklara peygamber gönderildi. Kur’ân'ın nâzil olduğu Arapca, farklı farklı diller ve çok çeşitli lehçelerden oluşuyordu. Bir dilden diğerine, bir lehçeden öbürüne geçiş çok zor oluyordu. Hatta bazen kimilerinin bu farklı dil ve lehçelerin birinden öbürüne geçmesi, sıkı bir öğretim ve titiz bir eğitimle bile mümkün olmuyordu. Bunu, özellikle de yaşı ilerlemiş kadın ve erkekler ile hiç okuryazarlığı olmayan insanlar yapamıyorlardı. Böylelerine kullanageldikleri dilleri bırakıp başka bir dil ya da lehçeye geçmeleri dayatılsaydı, sırtlarına altından kalkamayacakları bir yük vurulmuş olacak, belki de onlara bu ağır yük sâdece yüklenmekle kalınacak, fakat insan yaratılışı bu yükü kaldırmaktan âciz olduğu için, hiçbir ilerleme sağlanamayacaktı."
Takdîr edileceği üzere çeşitli dil ve lehçelerde bulunan ve bulunmayan farklı harf, ses ve telaffuz farklarını, her türden ve her milletten insanın doğru seslendirmesi, doğru anlaması, doğru ezberleyerek sağlıklı ibâdet etmesi ve şartlarına uygun namaz kılması mümkün değildi.
Ebû Hâmidi's-Sicistânî bu durumu şu örnekle açıklamıştır:
"Harem-i Şerîf'te bir bedevî arap bana (Tûbâ lehum veHusnu meâb) âyetini, "tîbâ lehüm" şeklinde okudu. Ben, "tûbâ" diye düzelttim. O, "tûbâ" diyemedi, yine "tîbâ" dedi "tûbâ" diye bir daha tekrarladım. O, bir daha "tîbâ" dedi. Böylece tekrarlarımın ve "tîbâ" şeklindeki karşı telaffuzlarının ardı arası kesilmeyince dayanamadım ve tek hece halinde "tu, tu, tu" diye bağırdım; arap benim bu telaffuzlarımı yine "tî, tî, tî" diye karşılamayı sürdürdü."
İbni Kuteybe de bu husûsu şu örnekleri vererek açıklamıştır:
"Benî Huzeyl kabîleliler, Mü'minûn sûresinin 45.inci âyetindeki "hattâ hîn"i, "attâ hîn" diye okudukları gibi, "hattâ" ları "attâ" diye okur.
Benî Esed, "ta'lemü"leri, "ti'lemü", "tesveddü vücûh"ü, "tisveddü vücûh" diye; "elem e'hed ileyküm"ü, "elem i'hed ileyküm" diye okur.
Benî Temîm'li med eliflerini hemze olarak, Kureyşli de med ederek okur. Bazıları ötre'yi esre'ye katarak (işmâm) ötre esre arası bir telaffuzla: "kîle"yi, "kuvîle", "ğîza"yı "ğuvîza" gibi okur; diğer bazıları da esre'yi ötre'ye işmâm ederek esre ötre karışımı bir telaffuzla "lâ te'mennâ"yı, "lâ te'menünâ" gibi okur.
Bunlar öyle değişik, ince ve zor telaffuzlardır ki, örfî, fizîkî ve coğrâfî gelişim-etkileri bağlamında bunları her dilin, aslına uygun olarak telaffuz etme yetenek ve bacerisine sâhip olması mümkin değildir. Bunlar, yazılı olarak değil, ancak sözlü olarak bir fem-i muhsinden (kendisinden Kur’ân öğrenilebilecek güzel ağız) yüz-yüze, diz-dize alınarak elde edilebilir. İşte ilk Kur’ân kârii Cibrîl-i Emîn ile ilk Kur’ân öğrencisi Rasûlü Zîşân arasında cereyân eden de budur. Şâyet bu bölgede Kur’ân'a ilk muhâtab olan bu insan topluluklarına birdenbire kendi dil ve lehçelerinden vaz geçmeleri ve çocuk, yetişkin ve yaşlı demeden hepsine, meleke haline getirdikleri dillerini tümden bırakıp alışık olmadıkları bir dile geçmeleri emr edilseydi; bu, onlara çok zor gelir ve sırtlarına altından kalkamayacakları bir yük vurulmuş olurdu. Onların böyle bir şeyi başarmaları ancak meleke haline getirmiş oldukları eski alışkanlıklarını unutmaları ve uzun süre söz konusu yeni değişikliklere alıştırılmalarıyla mümkün olabilirdi. İşte bundan dolayı onlara Allah, Rasûlünün diliyle nasıl dînî hükümlerinde, ilâhi farzlarında, namazlarında, oruçlarında, zekâtlarında, nikâh, talâk ve sâir dîn işlerinde, âlim sahâbilerinin farklı fikirlerini değerlendirme yetkisi tanımak suretiyle geniş bir kolaylık sağlamışsa; sonsuz lutuf ve keremiyle dillerinde de büyük bir genişlik, hareke ve telaffuzlarında geniş bir tasarruf serbestisi sağlamayı murâd buyurmuştur."
Ebû Hâtim'is-Sicistânî ve ibn Kuteybe gibi birçok islâm Âlimi'nin türlü ifâdelerle vurguladıkları bu kolaylık da: telaffuz kolaylığı, anlama kolaylığı, ezberleme kolaylığı ve Allah Kelâmı'nı gelecek nesillere aktarma kolaylıklarını birlikte içermektedir. Nitekim bu bereketli birikim, bu mu'cizevî mürûnet (İslam hukukunun esnekliği) ve bu beşer üstü bileşke; bağlılarını, Dil Bi r l i ğ i, D î n B i r l i ğ i, T â r i h B i r l i ğ i, K ü l t ü r B i r l i ğ i ve K a d e r B i r l i ğ i'ne götürmüştür. Bu değişik şartlar içerisinde herkesin benimseyip hakkından gelebileceği bir dilin; Allah'ın murâdını kullara aktaracak vüs'atte, telaffuzu kolay, anlaşılması kolay, ezberlemesi kolay ve kuşaktan kuşağa aktarılması kolay bir dil olması gerekiyordu. İşte Ahrufu Seb'A ve kırâatler bu kolaylıkları sağladı.
2-Anlam Derinliği ve kapsam genişliği:
Söz konusu kolaylıklar, sâdece bunlarla da sınırlı kalmıyor; aynı zamanda içerik zenginliği, kapsam genişliği, anlam derinliğini ve değişik durumlar karşısında ahkâm uyumluluğu imkânı da sağlıyordu. Bu da vahiy yoluyla, değişik ortamlarda yetişmiş, farklı yaratılıştaki hançerelerin kolayca seslendirebileceği telaffuz zenginliği yanında, bir kelimeyi diğer bir kelime ile değiştirmek, âyetlere yeni kelimeler eklemek, mevcud kelimelerin noktalarını veya harekelerini değiştirmek gibi tasarruflarla gerçekleştirilmiştir. Burada bir kelime üzerinde yapılan harf, nokta, bâb, hareke ve i'râb değişiklikleriyle elde edilen anlam derinliği, kapsam, zenginliği ve ahkâm genişliklerini birer örnekle açmak yerinde olacaktır.
a- Harf ve nokta değişikliği:
"Mesela: (in câeküm fâsiKun binebein fetebeyyenû) âyetindeki "fe tebeyyenû" kelimesinin bir de, "fe tesebbetû" kırâati vardır. Bu kırâat, bir kelimenin noktalarını değiştirerek elde edilen harf değişmesiyle oluşmuş bir mütevâtir kırâattir. Yani Allah tarafından Cibrîl-i Emîn vâsıtasıyla Rasûlüllâh (s.a.s)'e inzâl edilmiş bir kırâat olduğunda hiç şüphe bulunmayan bir kırâat. "fe tebeyyenû" = "araştırınız" demek; "fe tesebbetû" ise "iyice tespit edin, doğru mu yanlış mı olduğuna kesin kanaat getirmeden karar vermeyin" demektir. Bu da "araştırınız" emrine ek ikinci bir emir ve nasıl araştırılması gerektiğini belirleyen bir prensip uyarısıdır. Böylece bir fâsikın getirdiği haberi üstünkörü araştırmakla yetinmeyip, yanlış olmadığından iyice emîn olmak gerektiğini ve emîn olmadan karar vermenin tehlikesini hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde açıklığa kavuşturmaktadır." Ayrıca üçüncü olarak da, tek kelime üzerinde, bu iki kırâatin getirdiği her iki emrin hiç birini terk etmenin câiz olmadığını, her ikisiyle birlikte amel etmenin vâcib olduğu hükmünü de içermektedir.
b- Bâb ve kalıp değişikliği:
(fa'tezilu-nnisâe fi'l-maHıyZı velâ taKrabûhünne Hattâ yaThürne) âyetindeki "Hattâ yaThürne"nin bir de "yeTTahherne" kırâati vardır. Bu da bâbı, kalıbı ve zamanının değişikliğiyle oluşmuş bir mütevâtir kırâattir. Bir kadının özel günlerinde eşiyle birlikte olmasının, ay hâli'nin değişik durumlarına göre değişen türlü hükümlerine delîl oluşturmakta; hangi durumlarında temiz, hangi durumlarında kirli; gelen kanın, hangi ölçüler çerçevesinde hayız hangi ölçüler içerisinde istihâza kanı olduğuna delîl oluşturmaktadır.
c- Hareke değişikliği:
(fagsilû vücûheküm eydiyeküm ile'l-merâfiKı vemseHû biru-ûsiküm veercüleküm ile'l-ke'beyni) âyetindeki "ercüleküm" kelimesinin "lâm"ının bir "ercüleküm" şeklinde üstün bir de "ercüliküm" şeklinde esre kırâati vardır. Üstün kırâati bu kelimeyi mânâca yukarıdaki "vücûheküm" kelimesine bağlar ve abdestte yüzler gibi ayakların da yıkanması hükmünü getirir; esre kırâati ise "biruûsiküm"e bağlar ve yüzler gibi, ayağı mestli olanların abdestte mestleri üzerine messetmeleri hükmünü getirir. Nitekim Rasûlüllâh (s.a.s) de abdestte ayakları messetmenin, ayağına vakti içerisinde, şartlarına uygun şekilde mest giymiş olanlarla ilgili, ayakları yıkamanın ise abdest aldıktan sonra ayaklarına mest giymemiş olanlarla ilgili olduğunu beyân buyurmuştur. Buna göre söz konusu kelimeyi üstün okuyan, ayakların yıkanmasının farz; esre okuyan da, mest üzerine messetmenin câiz olduğunu nazar-ı îtibâra alarak okuyor demektir.
3- kapalı bir mânâyı açıklamak:
Mesela (kel'Ihni'l-menfûş) kırâati (keS-Sûfi'l-menfûş) kırâatiyle açıklanmıştır. Çünki "el-'Ihn"in çeşitli mânâları vardır. İkinci kırâatiyle bu mânâlarından biri olan "es-sûf": yani "yün" kast edildiği açıklığa kavuşmuştur.
Bu yazı www.multimediaquran.com sitesinin sahibi Hacı Mehmet Bahattin Geçkil tarafından yazılmıştır.