Hz. Osman zamanında İslâm ülkelerinin sınırları genişledi. Sahâbiler cephelere ve feth edilen ülkelere dağıldılar. Arapçayı bilmeyen birçok kavim islâmla kucaklaştı. Bu insanlar Kur’ân öğrenmek zorunda idiler. Müslüman olan her bölgenin halkı, kendi bölgelerinde tanınan sahâbînin kırâatini (okuyuş tarzını) benimsedi. Mesela Şamlılar Hz. Übeyy b. Kâ'b'ın kırâatiyle ve Kûfeliler Hz. Abdullâh ibn Mes'ûd'un kırâatiyle Kur’ân okuyorlardı. Bunların okuyuşları arasında Ahruf-ü Seb'A gereği, bazı kırâat farklılıklarından (okunuşlardaki bazı farklılıklardan) ve nesh edilen kimi vecihlerden (kaldırılmış okuma tarzlarından) ve bazı sahâbilerin habersiz olması yüzünden -Rasûlüllâh zamanında da kendini gösterdiğini gördüğümüz- birçok kırâat, vecih ve telaffuz farklılıkları ortaya çıktı. Yeni müslüman olan insan toplulukları da, Kur’ân metni'nin oluşumundan, nüzûl (indiriliş) şekli ve Ahruf-ü Seb'A meselesinden habersiz oldukları için, söz konusu farklı okuyuşların kasıtlı tahrîf olduğu (bozulduğu) düşüncesine kapıldılar. Bu yüzden büyük anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Biribirini tekfîr etmeye (küfre girdiklerini söylemeye) kalkanlar bile oldu. Rasûlullâh (s.a.s) de başlarında yoktu ki, onlara Ahruf-ü Seb'A konusunda çıkan anlaşmazlıklarda olduğu gibi, bu anlaşmazlıkları da çözsün.
İbni Ebî Davûd, Ebû Kılâbe'den nakl ettiği bir rivâyette bu durumu şu cümlelerle belgelendirmiştir: "Osman halîfe olunca, (bir Kur’ân) mu'allimi bir (kârînin) kırâatini, (bir Kur’ân) mu'allimi de (öbür kârînin) kırâatini öğretiyor; çocuklar da (bu farklı kırâatleri) alıyorlar ve böylece Kur’ân'ı farklı farklı okuyorlardı. Bu yüzden biribirlerini tekfîr ettiler. Bu (tehlikeli) durumun haberi Osman'a ulaştı da Osman (sahâbilere): "Siz benim yanımda bile ihtilâfa düşüyorsunuz, kuşkusuz uzak şehirlerdeki ihtilâf çok daha şiddetlidir..." şeklinde hitabta bulundu." [Variant Readings s. 26: Bu konu için ayrıca bakınız: Taberi Tefsiri 1:21, Süyûti İtKan 1-102, el-Mesahif 21 ve el-Mukni’ 8]
Hz. Osman'ın ifâde ettiği bu tehlike sâdece sivil halk arasında baş göstermekle kalmadı, çeşitli cephelerdeki islâm ordularına da sirâyet etti. Özellikle Ermenistan ve Azerbeycan cephesindeki islâm askerleri arasında bazı anlaşmazlıklar çıktı. Bu cephelerden dönen Hz. Huzeyfe b. El-Yemân Hz. Osman'a:
"Yâ Emîra'l-Mü'minîn, bu ümmet Kitâbüllâh konusunda Yahûdî ve Hıristiyânların kitabları konusunda düştükleri ihtilâfa düştüler" dedi. [Variant Readings s. 26: Sahih el-Buhari, 6:479]
Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa'nın evinde muhâfaza edilen Ebû Bekr Mushaf'ını getirtti. Hz. Zeyd b. Sâbit'in başkanlığında Hz. Abdullâh ibn Zübeyr, Hz. Sa'îd b. El-Âs ve Hz. Abdurrahmân b. El-Hâris'ten oluşturduğu uzmanlar hey'etine, Hz. Ebû Bekr'in hazırlattığı Mushaf'ı esas alan, sâdece mütevâtir; yani birçok sahâbî ve tâbiîce, ya da ‘meşhur’ diye adlandırılan kırâatleri içine alan, mensûh (iptal edilmiş) ve şâz kırâatleri (Peygamber Efendimize dayandırılması ihtimali zayıf olanları) metin dışı bırakan altı nüsha Mushaf yazdırdı. [Variant Readings s. 26: Sahih el-Buhari, 6:479]
Prof. Muhammed Mustafa A'zaminin Görüşü
Kur’ân Metninin Hz. Osman devrinde toplanması konusunu Prof. Muhammed Mustafa A'zami hocamız daha geniş işlemektedir. Prof. A'zami'nin bu konuda yazdıklarını kısaca özetleyeceğim. Prof. A'zami bu konuda iki rivâyet vardır deyip bunlardan birincisinin yukarıda yazıldığı gibi suhufların Hz. Hafsa'dan alınıp altı nüshanın bunlara bakılarak çoğaltılmış olduğudur demektedir.
İkinci rivâyetin daha karmaşık olduğunu vurgulayan Prof. A'zami Hz. Osman'ın 12 kişiden oluşan Mushaf'ları yazma komisyonu kurduğunu ve bunun başına, Hz. Ebu Bekr zamanında Mushaf'ı cem eden (bir araya toplayan) komisyonun başkanlığını yapan, Hz. Zeyd b. Sâbiti tayin ettiğini yazmıştır.
Hz. Osman millete hitapta bulunup herkesin elinde yazılı ne âyet varsa kendisine getirmelerini istemiştir. Herhangi bir âyeti getirene bunu Hz. Peygamberden aldığına dair yemin ettirmiştir. [Sayfa 89] Böylece toplanan materyal Mushaf'ları yazma komisyonuna verilmiştir. Hz. Osman bu komisyonda görev yapacaklara çalışmaları sırasında gözetmeleri gereken konular hakkında da tâlimat vermiştir. Mesela herhangi bir kelimenin nasıl yazılacağı hususunda aralarında anlaşamazlarsa o kelimeyi Kureyş lehçesine göre yazmalarını söylemiştir. Yine yazımda bir sorun gördüklerinde onun için boşluk bırakıp sonra bunu Hz. Osmana sormalarını söylemiştir. Komisyon bu tâlimatlar doğrultusunda Mushaf'ları yazmışlardır. Mushaf'lar yazılıp bitince kontrol için Hz. Peygamberin dul eşi Hz. Ayşeden elindeki Mushaf'ı göndermesini isteyip yazılan Mushaf'lar Hz. Ayşeden gelen Mushaf'la karşılaştırılıp gereken düzeltmeler yapılmıştır.
Prof. A'zami bu aşamadan sonra son olarak Hz. Osman'ın Hz. Hafsa'dan suhufları istettiğini ve bir kere Hz. Ayşenin elindekine göre düzeltilerek yazılan Mushaf'ların bu sefer Hz. Hafsanın elindeki suhuflara karşı kontrol edildiğini ve aralarında herhangi bir fark bulunmadığını yazmaktadır (Sayfa 93).
Prof. A'zami kitabının 93. sayfasında elde Hz. Ebu Bekr zamanında toplanan Mushaf varken ve sonuç olarak yeni yazılan Mushaf Hz. Ebu Bekr zamanında toplanan Mushaf'la karşılaştırılacak olduktan sonra neden Hz. Osmanın böyle yenibaştan bağımsız bir nüsha meydana getirmek için uğraştığını sorgulamakta ve cevap olarak kendi yorumunu şöyle dile getirmektedir:
Bunun sebebi sembolik olabilir. Hz. Ebu Bekr zamanında yapılan Kur’ân sayfalarını cem işi herkesin katıldığı bir olaydı. Eshabı Kiram'dan binlercesi savaşlarda olduklarından bu şerefli Kur’ân sayfalarını toplama işine katılamamışlardı. Aradan on seneden fazla zaman geçmişti ve bu seferki Mushaf yazım işi birinci seferde katılamayanlara bu şerefli işe katılmak için bir şans tanımaktaydı. Ayrıca birinci seferde katılamayanların elinde olan materyalden de istifade etmek anlamına geliyordu.
Mushaf yazım ve kontrol işi bitince bu Mushaf Hz. Osmanın huzurunda halka okundu. [İbn Kesir, Fada'il, vii:450] Mushaf'lar çoğaltıldı ve büyük yerleşim merkezlerine gönderildi. Prof. A'zami'nin yorumuna göre Hz. Osman'ın "Mushaf'ları yazın" sözünden kasıt arzu edenlerin kendileri için Mushaf yazmaları idi. (Sayfa 93).
Prof. A'zami'nin yorumuna göre bu yazma olayından iki sonuç çıkarılabilir. Bunlardan birincisi bazılarının söyledikleri gibi Kur’ân metninin oluşumu tâ üçüncü yüzyıla kadar durulmamıştı iddialarının yersiz olduğunu gösterir ve daha ilk günlerinden itibaren değişmeyen bir metin olduğunu ispatlar. İkinci sonuç ise her iki zamanda uygulanan toplama metodunun titizlik ve dakiklik olduğudur.
Prof. A'zami Hz. Osman zamanındaki yazma işini anlatırken asırlardan beri âlimler arasında çeşitli yorumlara sebeb olan Tevbe sûresinin sonundaki iki âyet ile Ahzâb sûresinin 23. âyetinin Hz. Zeyd b. Sâbit tarafından hangi zamanda bulunamadığı ve araştırıldığı konusuna açıklık getirmiştir.
Bu konuda Hz. Zeyd b. Sâbit'ten Sahihi Buharide iki rivâyet vardır. Bunlarda Hz. Zeyd b. Sâbitin Mushaf'taki Tevbe Sûresinin sonundaki iki âyet ile Ahzâb sûresinin 23. âyetini bulamadığı ve ekstra arama yaptığı yazılmaktadır. Bu aramaların hangisinin Hz. Ebu Bekr zamanındaki cem işinde hangisinin de Hz. Osman zamanındaki yazım işi sırasında olduğu âlimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Kırk seneyi aşkın hadis ilmi tecrübesi ile Prof. A'zami bu konuda şunları yazmaktadır: Bu karmaşıklığın sebebi ravilerin isimlerinin birbirine benzerliğidir [Sayfa 92]. Bu iki isim ayrı isimlerdir. Birincisi Huzeyme ikincisi ise Ebu Huzeyme. Eğer hadisleri dikkatlice okursak görürüz ki Hz. Zeyd'in Hz. Ebu Bekr zamanındaki toplama işi için "Suhuf" kelimesini kullandığını ve Hz. Osman için yaptığı çalışma için ise "Mushaf" veya "Mesahif" kelimelerini kullandığını görürüz. Hadislerdeki bu kelimelerden bunların iki ayrı toplama işi olduğunu çıkarabiliriz. Sahihi Buharideki 4986 numaralı hadis kitapta Hz. Ebu Bekr zamanında yapılan toplama işi bölümündedir. 4988 nolu hadis ise Hz. Osman zamanındaki toplamaya denk gelmektedir. Eğer ikinci toplamayı Hz. Zeydin sıfırdan yapmış olduğu bağımsız bir toplama çalışması olarak değerlendirirsek o zaman herşey açıklığa kavuşuyor. Fakat meseleyi Hz. Zeydin Hz. Hafsadaki suhuflara bakarak Mushaf'ı yazdığı şeklinde yorumlarsak o zaman Ahzâb sûresindeki 23 âyet niye suhufların içinde yoktu gibi zorlayıcı bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz. Burada dikkat edilecek diğer bir husus da Hz. Zeydin Hz. Ebu Bekr zamanında yapılan toplama için birinci hadiste birinci tekil şahıs zamirini kullandığını ve ikinci hadisteki rivâyette ise çoğul zamiri olan "Biz"i kullandığını ve bunun da grup çalışmasına işaret ettiğini görürüz. Bütün bunlar Hz. Zeydin Hz. Osman zamanında yepyeni bağımsız bir toplama ile Mushaf'ları yazdığına işaret etmektedir. Ve de Ahzâb Sûresi 23. âyetinin bu toplama sırasında bulunamadığı anlaşılmış oluyor.
Prof. A'zami kitabının 100. sayfasında yeni bir konuya başladığını ve bunun da Hz. Osmanın yazdırdığı Mushaf ile meşhur bir âlim olan Mâlik bin Enesin yanında bulunan şahsi Mushaf'ını karşılaştırma olduğunu yazmaktadır.
Mâlik bin Enes talebelerine elindeki şahsi Mushaf'ını verdikten sonra onun tarihi hakkında şunları söylemiş: Bu Mushaf Hz. Ömerin talebesi olan dedesi Mâlik bin Ebi Amir el-Esbahi'ye aittir. Dedesi o Mushaf'ı Hz. Osmanın Mushaf'ları hazırlatması sırasında yazmış. Mâlik bin Enes'in talebeleri Mâlik'in Mushaf'ının bazı özelliklerini derhal fark etmişler.
a) Gümüş ile süslenmiş;
b) Sûreleri birbirinden ayıran satırın başından sonuna kadar olan siyah mürekkeple süslenmiş bir hat.
c) Âyetleri birbirinden ayırmak için kullanılan noktalar.
Mushaf'ın bu özelliklerinden etkilenen talebeleri Mâlikin Mushaf'ını Medine, Kûfe, Basra, ve Hz. Osmanın yanındaki Mushaf'la karşılaştırmışlar. Mâlikin Mushaf'ının Kûfe, Basra ve Hz. Osmanın yanındaki Mushaf'tan 8 harfte ayrıldığını keşfetmişler. Medine Mushaf'ından ise yalnız dört harfte ayrıldığını tespit etmişler.
Prof. A'zami bu farklılıkları bir tablo haline getirmiş.
Bu tabloda görüldüğü gibi Mâlik'in Mushaf'ı sûre 41'e kadar Medine Mushaf'ı ile aynıdır. Sûre 42den itibaren ise Hz. Osman'ın yanındaki Mushaf, ve Kûfe ve Basra Mushaf'ları ile uyumludur.
Mâlik bin Enes'in dedesi olan Mâlik Hz. Osman tarafından oluşturulan Mushaf'ları yazma komisyonun on iki üyesinden biriymiş. Komisyonda görevli olarak Mushaf'ları yazarken aynı anda kendi şahsi kullanımı için bu Mushaf'ı yazmış. Yukarıdaki tablodaki bilgieri değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki Mâlik başlangıçta Medine Mushaf'ını yazan grup içinde vazife almış ve Mushaf'ın altıda beşini bitirdikten sonra bu gruptan Kûfe ve Basra Mushaf'larını yazan gruba geçmiş. Kendi için hazırladığı Mushaf'ın son altıda birini de bu grupta vazifeliyken yazmış.
Bu bize resmi Mushaf'ların hazırlanması ile ilgili önemli bir bilgi sunmaktadır. Bunun bir grup çalışması olduğu anlaşılıyor. Bir kısmı dikte ederken diğer bir kısmı yazıyormuş. Prof. A'zami bu noktada şöyle diyor: Benim fikrime göre en heyecanlandırıcı nokta ise kendi şahsi kullanımları için Mushaf yazan komisyon üyelerinin atılım, maharet ve becerikliliği. Şahsi kullanım için kaç tane Mushaf yazıldığını bilmiyoruz. İbn Şebbe şunları yazmış:
"Osman halka Mushaf'ları yazmasını emretmiş."
Bundan anlaşıldığına göre halk kendi şahsi kullanımları için Mushaf yazmaları konusunda teşvik edilmiş.
Mâlik'in Mushaf'ında sûre ve âyet ayırıcı işaretler varken Hz. Osmanın yazdırdığı resmi Mushaf'larda bunların hiçbirisi bulunmuyordu. Bu Halifenin uyguladığı bilinçli bir taktik gibi gözüküyor. Buna göre Mushaf metni birden fazla âyet ayırımına fırsat verebilirdi veya Mushaf'ı ehliyeti tasdik edilmiş bir hocadan okumaksızın kendi başına okumaya kalkışacak olanlara bir zorluk olması amacı güdülmüş olabilirdi. Birçok âlim sûre ve âyet ayırımları için kullanılan işaretlerin kullanıldığı Mushaf'ların tarihi olarak Hz. Osmanın yazdırdığı resmi Mushaf'lardan sonra yazıldığını düşünmektedirler. Fakat Mâlik'in Mushaf'ı işin böyle olmadığını göstermektedir.
Prof. Azami'den aktarılan bilgiler burada sonuçlandı.
O gün kullanılan kûfî yazının harekesiz ve noktasız oluşu, bazı kelimeleri çok değişik tarzlarda okumaya imkân veriyordu. Bu imkân kapsamına alınabilen farklı kırâatler çoğaltılan Mushaf metinlerinin hepsine aynen yazıldı. Fakat yazılışları, nâzil oldukları seslerle okunmalarına imkân vermeyen kırâatler, nâzil oldukları okunuşlara uygun okumaya imkân veren değişik yazılışlarıyla yazıldılar. Bu farklı yazılışlar da, çoğaltılan altı nüsha Mushaf'a serpiştirildi. Yazılışları farklı olan iki ya da daha fazla kırâati, aslî metin içerisinde mükerrer olarak (tekrarlanarak) nâzil olmuş bir farklılık olarak algılanmalarını önlemek için, bir Mushaf'ta yanyana yazmaktan kaçındıkları gibi; söz konusu iki ya da daha fazla kırâatten, ikincisi birincisinin tashîhi (düzeltilmişi) sanılmasın diye, birini ana metinde, ikincisini kenarında yazmaktan da sakındılar. Sen buna, örneğin "vessâ" kırâatini metin içerisinde ve "evsâ" kırâatini metin dışında hâşiyede ya da tersine, "evsâ"'yı metinde ve "vessâ"'yı hâşiyede yazmanın bir çeşit zorlama ve dayanaksız bir tercih olacağı sakıncasını da ekleyebilirsin. Çünki vahy ile geldiği tevâtürle sâbit olan kırâatlerden birini metinde, birini hâşiyesinde göstermek, metne alınanın esâs, hâşiyede gösterilenin ise ikinci derecede kalan, fer'î bir kırâat olduğu izlenimini verebilir. Oysa Allah Kelâmı'nın hiç birinin diğerinden üstün ya da aşağı olduğuna kimsenin karar veremeyeceği gibi, Allah Kelâmı olduklarında hiç kuşku bulunmayan mütevâtir kırâtlerin de, ne biri diğerine tercîh edilebilir ve ne de biri diğerinden üstün gösterilebilir.
Hiç kuşku yoktur ki, sahâbileri bu ince metodu belirlemeye ve bu hassâs resm ve kitâbet prensiplerini büyük bir titizlikle uygulamaya sevk eden sebep; onların, Rasûlüllâh (s.a.s)'den almış oldukları Kur’ân metinlerini bütün farklı kırâat ve vecihleriyle hiç bir kırâatini öbürüne tercîh etmeden, hiç bir sesini eksiltmeden ve dıştan hiç bir harf katmadan aynen nâzil oldukları (indirildikleri) ses tonu ve tınılarıyla almış olmaları ve almış oldukları bu kutsal emâneti de gelecek kuşaklara aynen aktarmanın ne demek olduğunu gereği gibi kavramış olmalarıdır. Ayrıca izlemiş oldukları bu metod da -takdîr edileceği üzere- Kur’ân-ı Kerîm'in bütün kırâat ve vecihlerini, Ahruf-ü Seb'A'sını, Kırâat-i aşera'sını yani on kırâat imamının okuyuşunu ve tüm harekeler ve sükunlarını en geniş ve derin bir biçimde kapsayan; efrâdını câmî ve ağyârını mânî, yani ilgilendiren bütün hususları içine alan fakat ilgilendirmeyen hiçbir şeyi de barındırmayan mükemmel bir şekilde kavrayan, kusursuz bir metoddur.
Böylece Kur’ân, tilâvetleri neshedilmeyen bütün mütevâtir kırâat ve vecihleriyle aynen Levh-i Mahfûz'daki şekline kavuşmuş oldu. Hz. Osman, Hz. Zeyd b. Sâbit başkanlığındaki hey'ete bu şekilde çoğalttırdığı bu altı Mushaf'ı, içerdikleri kırâatleri nisbeten daha iyi bilen birer kârî (gerektiği gibi okuyan) sahâbî ile birlikte büyük yerleşim merkezlerine gönderdi. Kur’ân metni üzerindeki anlaşmazlıklara son vermek için bu altı resmî Mushaf dışında kalan bütün Mushaf ve varakların yıkanıp yakılmasını emretti.
Medîne Mushaf'ını Medînelilere okutmak üzere Hz. Zeyd bin Sâbit'i görevlendirdi. Bu maksatla Hz. Abdullâh b. Es-Sâib'i Mekke'ye, Hz. Muğîre b. Şihâb'ı Şam'a, Hz. Âmir b. Abdi Kays'ı Basra'ya, Hz. Ebû Abdirrahmân Es-Sülemî'yi Kûfe'ye gönderdi.
Hz. Osman'ın çoğalttırmış olduğu bu Mushaf'larla birlikte emsâr'a yani belli başlı şehir merkezlerine bu kârî sahâbîleri göndermesinin sebebi, yazılışları türlü okuyuş ve değişik harekelendirişlere son derece müsâit olan bu Mushaf'ların resmini (yazılışını), nâzil oldukları ses ve peygamberden aldıkları telaffuzlarla birebir uyuşan bir okuyuşla müslümanlara okutup öğretmelerini ve yanlış okuyuş ve vahiy dışı değerlendirmelere meydan vermemelerini sağlamaktı. Eğer bu Mushaf'lar, sâdece mütevâtir ve meşhûr kırâatlerle sınırlı kalmayıp da şâz ve mensûh kırâatleri de içlerine almış olsalardı, çoğaltılıp etrâfa gönderilmelerinin hiç bir anlamı kalmazdı. Eğer kırâatler sâdece Resmü'l-Mesâhif'ten alınmış olsa yani noktasız harekesiz yalnız ilk yazıldığı gibi çizgilerden ibaret olsa ve ister tevâtürle, ister haber-i vâhid yoluyla gelmiş olsun, ister sağlam bir senedle, ister hiç senedsiz, ister nesh edilmiş olarak gelsin, herkesin Resmü'l-Mesâhif'in elverdiği her türlü okuyuş şekliyle Kur’ân okuması câiz ve mümkin olsaydı; Hz. Osman'ın bu Mushaf'ları çoğaltıp etrafa bir kırâat uzmanının rehberliğinde göndermesinin hiç bir anlamı kalmazdı. Bu durum kırâatlerin hat, resm ve kitâbete değil, Cebrâil (A.S.)'dan vahiyle geliş, Rasûlüllâh (s.a.s)'den ses olarak alış ve O'ndan tevâtürle nakil ve rivâyet esâsına dayandığını açıkça ortaya koymaktadır.
Bu yazı www.multimediaquran.com sitesinin sahibi Hacı Mehmet Bahattin Geçkil tarafından yazılmıştır.